ULUS DEVLET SÜRECİNDE TÜRK-YUNAN MÜBADELESİ KONFERANSI GERÇEKLEŞTİRİLDİ

Üniversitemiz Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığına bağlı Tarih Topluluğu tarafından düzenlenen ve Doç. Dr. İbrahim Erdal'ın konuşmacı olarak katıldığı "Ulus Devlet Sürecinde Türk-Yunan Mübadelesi" konferansı 12 Nisan 2018 tarihinde Devlet Konservatuvarı Sanat Eğitim ve Gösteri Merkezi’nde gerçekleştirildi. Konferansa Rektörümüz Prof. Dr. Erhan Tabakoğlu, Edebiyat Fakültesi Dekan V. Prof. Dr. İlker Alp, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan V. Prof. Dr. Ömer Soner Hunkan, akademisyenler ve öğrenciler katıldı.

Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı'nın okunmasının ardından Üniversitemiz tanıtım filmi izlendi ve Doç. Dr. İbrahim Erdal'ın öz geçmişi okundu.

Doç. Dr. İbrahim Erdal, her iki ülkeyi içeren nüfus değişimini kimlikler ve bir ulus devleti üzerinden yorumlamaya çalışacağını belirterek “Öncelikle Türk deyince akla ilk gelen şey göç ve göçmek kavramlarıdır. Anadolu deyince de akla ilk gelen şey göçmektir. Çünkü medeniyetlerin merkezi olan Anadolu sürekli istilalara, savaşlara, iktidar kavgalarına maruz bir coğrafya olduğu için göç ve göçme kavramını çokça yaşamıştır. Balkanlardan göç konusuna girmeden önce Türk kimdir sorusunun cevabını da vermemiz gerekiyor. Şark Meselesi ile ortaya atılan bütün Türkleri Balkanlardan sonrasında Anadolu’dan çıkartmaktan kasıt aslında gerçekten Türkler mi yoksa Müslümanlar mı? O zaman bu kimlik üzerinden kurulan ulus devletler, tek tip devlet yapısını neyin üzerine kurdular gibi sorular akla geliyor. Bu ulus devlet kurma, milli devlet kurma, tek tip devlet yaratma durumu Osmanlı idarecilerinde 1912-1913 yıllarında canlanmaya başlar. Balkanlara baktığımızda 1820’lerden itibaren Yunanlarda, 1877’den sonra Sırplarda ve Bulgarlarda aynı kültüre ve inanca bağlı bir ulus devleti kurma düşüncesinin güçlü olarak dile getirildiğini ve faaliyetlerin de buna uygun yapıldığını görüyoruz. Osmanlı'da böyle bir parçalanmanın olacağından haberdar olan yöneticiler de vardı. Mithat Paşa 1882’de bir İngiliz mecmuasına Bulgar Devleti’nin kurulacağının kaçınılmaz olduğunu ifade ederken 'Hiç olmazsa müslümanlar ile bizim sınırımız içinde kalan Bulgarları karşılıklı değiştirebilir, o müslümanları bu zulümden kurtarabiliriz.' diyor. Ancak bu iki devlet arasında böyle bir antlaşma yapılmıyor. Tam tersi bir biçimde toprak kanunu ve çete faaliyetleri ile baskı oluşturularak oradaki müslümanlar Anadolu’ya göç ettiriliyor. 4 milyona yakın müslümanın Balkanlardan Anadolu’ya göç etmek zorunda kaldığını kaynaklardan görüyoruz. Balkan Savaşlarında Bulgar ve Yunanların kendi aralarında yaptığı nüfus anlaşmasına bağlı olarak bizim idarecilerimiz de bu durumu değerlendirmeye başlıyor. 1. Dünya Savaşı sonunda Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesi ile iki ülke arasında mübadeleye sebep olacak süreç başlamaktadır. Bu süreçte demografik yapı üzerine planlı bir politika izlendiğini görüyoruz. Batı Anadolu’da yaşayan yaklaşık 1.070.000 civarındaki müslümanın İç Anadolu’ya göç ettirildiğini görüyoruz. Buna karşılık kaynaklardan 200.000 Rum’un İstanbul’a, 80.000 Rum’un Batı Anadolu’ya, 46.000 civarında Rum’un Doğu Trakya’ya iskan edildiğini görüyoruz. Bu aynı zamanda Yunan ulus devletinin nihai hedefi içerisindeki sınırlarda hem homojen toplum oluşturmak hem de güçlü bir nüfusa sahip olan müslümanları azaltarak dengeyi sağlayabilmek içindir. Bunu yaparken Batı Anadolu’da özellikle zorla göçün ve yıldırmaya varan politikaların uygulandığını görüyoruz. Yunanlar geri çekildiklerinde sadece yakılıp yıkılan bina adedi 77.000'dir. Batı Anadolu resmen bütün haneleri, bağları, bahçeleri, hayvanlarıyla tarumar edilmiş. Dolayısıyla bölge istikrarsız, nüfus oranı değiştirilmiş, dengesiz bir hale getirilmiştir. Bunun üzerine 1922’de nüfus mübadelesi konusu Yunanistan’ın teklifi ile gündeme getirilir ve Türkiye’nin razı olmasıyla görüşmeye taşınır. Bu süreçte kimin mübadil olup olmayacağı ve hangi bölgelerin bu kapsam dışında kalacağı önemli tartışma konusudur. Her iki ülke de kendi idealleri doğrultusunda bir sınır çizer. Örneğin Yunanistan, İstanbul Rumları'nın mübadele edilmemesini istedi. Çünkü İstanbul onlar için dini anlamda bir merkezdir ve bu merkezi kaybetmek istemiyorlar. Türkiye de Batı Trakya’daki Türklerin mübadele edilmesini istemiyor. Çünkü orası da bizim için Misak-ı Milli’den dolayı değiştirilemez bir sınırdır. İkisi üzerinde yapılan tartışmalar sonunda Mayıs 1918’den önce İstanbul’da bulunan herkes mübadele dışında tutulur. Batı Trakya’da yaşayan ve Belgrad Antlaşmasıyla orada yaşayan herkes mübadele dışında tutulur. Geri kalan nüfus karşılıklı nüfus değişimine tabi tutulur. Ancak bu mübadele sırasında her iki tarafın insanlarında iki farklı duygu olduğu görülür. Rumlar Yunanistan’a istemeyerek giderler. Bunların aksine Yunanistan’dan gelen Türk mübadillerde ise anayurda dönüş duygusu vardır. Çünkü Türkler baskı altında ve yaşadığı topraklarda huzur bulamıyor. Mübadelede kimin mübadil olacağı, kimin olmayacağı sorusu gündeme geldiğinde çok fazla tartışma yaşandığını görüyoruz. Birincisi, Patrikhane’nin durumu ne olacak. İkincisi, Hristiyan Türklerin durumu ne olacak. Diğeri de mübadele olmak istemeyen Rumların faaliyetlerinin önüne nasıl geçilecek. Mübadele antlaşması yapıldığında yaklaşık 193.000 civarında Hristiyan Türk’ü Yunanistan’a gönderiyoruz. Yunanistan’dan Selanik, Girit, Yanya, Manastır vilayetlerinin mübadele kapsamına alındığını görüyoruz. Türkiye’den de Karadeniz, Trakya, Batı Anadolu ve Karaman ile Aksaray bölgesinden 10 şehir mübadele kapsamına alınmıştır. Mübadele yapılan nüfusun niteliğine baktığımızda çok büyük farklar olduğunu görürüz. Biz üreten orta sınıfı, esnaf sınıfını, şehirli sınıfını gönderdik, karşılığında çiftçi sınıfını aldık. Bunun sonucunda sanayiye dayalı milli bir ekonomi kurmada ve milli üretime geçmede zorlanıyoruz. Bu noktada Türkiye'nin önemli bir orta sınıfı kaybettiğini görüyoruz. Yunanistan’a giden mübadil Rumların, Yunanistan’ın şehir nüfusunu artırdığını ve ekonomisini güçlendirdiğini görüyoruz. Anadolu’ya gelen Türklerin ise apar topar yanlarına bir şey almadan yola çıktığını, Anadolu'da yıkılmış, harabe olmuş bir ortamla karşılaştıklarını görüyoruz. Bu yüzden Anadolu’ya gelen mübadiller iskan edildiği yerlerde durmadılar. Türkiye o kadar yanmaya ve yıkılmaya rağmen mübadilleri bir an önce üreten sınıf haline getirebilmek için 69 numune köy inşa ediyor, 1950 yarı yıkılmış köyü de onararak mübadillere tahsis ediyor. Ancak Yunanistan’a giden Rum mübadillerin tüm varlıklarıyla ve yatırımlarıyla yerleştiklerini görürüz. Selanik’ten gelen mübadiller Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanikli olması sebebiyle bir aidiyet hissi duyuyorlar ve Cumhuriyet’in yılmaz savunucusu oluyorlar. Bu anlamda Türk mübadiller, bulundukları köylerde hem yeni devletin kimliğinin yaşatılmasında hem de bu kimlikle beraber bulundukları bölgelerde Türk ulus devletinin inşasında önemli bir yapı taşı olarak işlev görmeye başlıyorlar. Yunanistan’ın ve Türkiye’nin ulus devlet kurma sürecini incelediğimizde her ne kadar Türkiye orta ve üst sınıfı kaybederek önemli bir kayıp yaşamış olsa da 1930’larda kırsal kalkınma ile Türkiye'nin bu açığı kapattığını görüyoruz. Böylece Türkiye, iktisadi anlamda kaybettiği gücü kısa bir sürede geri kazandı. Yunanistan’ın ise önemli bir ekonomik birikim sağladığını biliyoruz. Bu sermaye birikimi, Yunanistan’ı 1930’lı yıllarda önemli şekilde ticaret yapabilir hala getirmiştir. İki ülke arasındaki sorunlar da 1930 yılında yapılan antlaşma ile son bulmuştur. Ulus kimliği oluştururken alt donelerine bakmak lazım. Bunlar ortak kimlik, duygu, inanç ve dildir. Son olarak Türkiye’de mübadillerin ve onların çocuklarının bugün ülkenin en önemli, eğitimli ve üreten sınıfı olduğunu görüyoruz.” dedi.

Konferans sonunda soru cevap kısmının ardından Rektörümüz Prof. Dr. Erhan Tabakoğlu günün anısına Doç. Dr. İbrahim Erdal’a hediyelerini sundu.
Bu içerik 02.05.2018 tarihinde yayınlandı ve toplam 383 kez okundu.